Bizim Ahıska dergisi önceki sayılarında neşrettiğimiz yazılarda, ihtiyarlarımızı hüzünle anmaya ve onlarla vedalaşmaya devam ediyorum.
Bu yazımda, İbişov Abitoğlu Ziya dedeyi ziyaret notlarımı sizlere sunmak ve kendisine son kez elveda demek istiyorum.
Tarih 31 Temmuz 2005. Kazakistan Cumhuriyeti, Almatı vilayeti, May köyündeyim. Yol boyunca karşılaşmamızı heyecanla bekliyor, nefesimi tutuyordum. Babam, her ne kadar, “Kızım, heyecanlanma, çok tatlı birisidir.”demiş olsa da kendimi biraz sanki korku içinde hissediyorum. Ne de olsa 92 yaşında biri Ziya dede! Gideceğim ihtiyarlarımızın en büyüğü. Ve duyduğuma göre kimseyle Ahıska konusunda konuşmuyormuş. Bunun sebebini kendisinden öğrenmek, hazine değerinde bilgilerine ulaşmak istiyorum. Ve şansımı denemek istiyorum.
Ziya dede, kim bilir hayatta ne acılar, ne hikâyeler, ne gerçekleşmeyen ümitlerle karşılaşmıştı. Görüşmemizin kolay olmayacağını hissediyordum. Şimdi bu satırları yazarken derin bir nefes alıyorum. İhtiyarlarımızı mutlu etmek ne kadar da kolaymış. Yüzleri gülsün diye onlara bir tek kelime dememiz yeterliydi. O sihirli kelime de Ahıska! Ama, müsaadenizle her şeyi sırayla anlatayım.
Sıcak bir yaz gününün öğle saatlerinde Ziya dedeyi ziyaret etmek için babamla yola koyulduk. Oturduğumuz köyler arasında 5-6 km mesafe vardı. Köyüne yaklaşınca ana yoldan, sola giden bir kola saptık. Asfaltı görmeyen, delik deşik, tozun içinde kalan bir yol, bizi dağların eteğinde yerleşmiş bir köye götürüyordu. Köye yaklaştıkça ellerim titriyor, avuçlarım daha da terliyordu.
Biraz sokakları dolaşınca aradığımız mavi boyalı bir demir kapıya dayandık. ‘İşte burası’ dedi babam ve açıp içeri doğru girdi. Ben hâlâ kapının önündeyim. Merhabalaşma sesleri duyunca içeri attım kendimi. Ziya dede, tıpkı bu fotoğrafta ki gibi karşımdaydı.
İbişov Ziya Abitoğlu. 92 yaşında. May köyü. Kazakistan 2005.
Bizim geleceğimizi önceden bildiği için süslenmiş, madalyalarını takmıştı. O güler yüzüyle bir saniyede kalbimi fethetti. Bütün korkularımı, çekingenliğimi yok etti. Aslında bu ilginçtir: çok yerler dolaştım ve birçok ihtiyarla görüştüm. Onlarla oturup konuştum. Yüzlerinde sadece iki ifade gördüm: Gülümseme ve ağlama. Hep güler yüzlü, benim onlara değil onların bana moral verdiklerini gördüm. Yaşadıkları acıları anlattıklarında geleceğe nasıl bir umutla baktıklarını keşke size de aktarabilseydim.
Bizi içeri davet ettiler. Kurulmuş sofranın etrafına oturduk. Artık adet olmuştu, gittiğim büyüklerimizin evlerinde önce sofra, çay, sonra sohbet. Ne de olsa misafirleri ağırlamak geleneğimizdir. Konuşmalar birbirini takip ediyordu. Bir türlü esas konuya geçiş yapamıyordum. Sonra ses kayıt cihazını elime aldım ve Ahıska dedim. “Evet, kızım, ne için geldiğini biliyorum ama ben bu konu hakkında konuşmak istemiyorum.” dedi. 92 yaşındaki ihtiyar hüzünle gülümsedi. İlâve etti: “Şimdi bunların ne önemi kaldı, kızım? Sürgünden sonra uzun yıllar bekledik, aha şimdi bizi geri yurdumuza, Ahıskamıza götürecekler diye. Ama kimse gelmedi, umut da kalmadı…”
Kalktım, yanına oturdum, elini tuttum. Bir müddet öyle oturduk. O kendi düşünceleriyle, ben eriyen ümidimle… Bu ihtiyarın daha fazla üzülmesine dayanamadan neredeyse pes edip kalkacaktım. O an Ziya dede elimi sıktı ve ben daha bir şey sormadan konuşmaya başladı:
“Yerim Aspinza rayonu, kövüm Şaloşet. 1914 yılında anadan olmişim Şaloşet’te. İbişov Ziya Abitoğliyim. Anamın adı Şeyzer (Şahizer) babamın adı Abit. Benim babam anam, ikisi bir günde ölmiş. Toçno (tam) bir yaşta. Ele bir hastalux oldi ki kövde, bizde o vaxıt yedi can telef olmişdi. Ben bir yaşındaydım. Bir baci bir qardaş kalmişux. Bacim de burada, Çimkent’te telef olmiş, adiı Münüş idi, kaldım ben tek. Ana baba görmemişim ben qızımcan, ele zannedin ki ben taştan olmişim. Kardaşım yox!”
Çok derin bir of çekti Ziya dede. Bir yaşında yetim kalmak nedir sadece yaşayan bilir. Sekiz yaşından itibaren başlamıştı iş hayatına. Önce ev işleriyle, sonra köyün çobanı olarak çalışmıştı. 1941 yılında İkinci Dünya Savaşı’na gitmiş, beş kere yaralanmıştı. İki ayağında da kangren belirtileriyle 1943 yılı evine, Şaloşet’e dönmüştü. Devam etti:
“1943 yılında Mayın on dördünde Şaloşet’a, evime getdim, Allah’a şükür. Geldux eve, oradan da buraya sürdürttü Stalin. Günehsiz, sebepsiz sürdü bizi buraya. Hele de burada yaşıyerux. Ben bezgramotnıyım (okumamış), yazmax ohumax bilmiyerim. Birez qol çekmeyi (imza atmayı) biliyerim, o da eski Latince…”
Ziya dede beni çok şaşırtmıştı. O yaşta olmasına rağmen her soruma çok net cevaplar veriyordu. “Sizin köyün etrafındaki köylerin isimlerinden hiç olmazsa birkaç tanesini hatırlayabilir misiniz?” diye soruyorum. Ziya dede çok şaşırtıcı bir şekilde bana nerdeyse kırk köyün ismini sayarak cevap verdi. Daha sonra, Ankara’daki Bizim Ahıska dergisinden aldığım Ahıska haritasına baktığımda, bu isimlerin ve yerlerinin hepsinin doğru olduğunu gördüm. Benim şaşkınlığımı gören Ziya dede: “Kızımcan şaşma, ben dün ne olduğunu hatırlamayabilirim, ama bizim Kafkasya’da olup bitenleri hepsi axlımdadur.”
Ahıska’daki yaşayışlarını çabuk çabuk anlatıyordu. Sanki daha önemli konulara girmek için sabırsızlanıyor gibi; sanki Ahıska’daki hayat önemli değil de asıl ondan sonrasını bilmemiz lâzım gibi. Tabii, sürgün bu insanlarının kanına öylesine işlemiş ki, “Kafkasya’daki hayatınızdan bahseder misiniz?” sorumu duyar duymaz doğrudan sürgünü anlatmaya başlıyorlardı. Onlar için artık her şey ‘sürgün öncesi’ ve ‘sürgün sonrası’na bölünüyor. Çünkü suçsuz günahsız yere sürgün edilen Ahıska Türkleri çok büyük acılar yaşamışlardı. Akıl almaz zulümlere ve işkencelere tâbi tutulan bu insanların hafızalarında başka hiçbir şeye yer yoktu artık.
Sıra sürgüne gelince, ben bu konuda soru sormaya korkuyordum. Ama gene Ziya dede yardımcım oldu. Ben sormadan kendisi başladı anlatmaya:
“Biz on araba adam, on öküz arabaynen, Ota’nın meşesine gettux, odun getürmeye. Ordan odun aldux köve çıxdux. Bir asker kapide turıyer. Kuda (nereye) tanıştı (sordu), nikuda (hiç) dedim. Tuyeng (tabanca) elinde. Dedim ki, kto tibya poslal?[1] Ni şag nipuskayem nikuda[2] dedi. Degirmende unnar qaldi. Daje (bile) puvardan su almaya gedende asker yanımızda geliyerdi, yalağuz qoymiyerdi.”
Burada ‘sürgün öncesi’ bitip ‘sürgün sonrası’ başlamıştı… Kendileri daha farkında olmadan kaderleri çizilmişti.
“O ki bizi poyezda (vagona) toldurdiler, saldat kapide, hangi stansıyaya (istasyon) geliyerux orada degişiyer bizim üstümüzde, bir yere getmiyax. Yolda birez sup (çorba), borş (lahana çorbası) verdiler. Çox vermediler, o qaten ki ölmiyax. Ama gene de çox adam öldi. Emimin oğlı var idi, onun babası öldi. Bir asker geldi, aldi oni, götürdi bir hemege atdi çıxdi. Ele geldux, ama yolda çox adamımız öldi, çox adamımız xasdaa geldi buraya…”
İnsanoğlunun aklı almaz bu anlattıklarının hiç birini, ama yaşanmış acılardı bunlar. Ve neredeyse 70 sene olmasına rağmen yaşayanların hatıralarından silinmemiştir, Ölenler öldü, sağ kalanlar ise sağ kalmalarına baktılar.
“Buraya geldux ki gene çox adam öldi. Çimkent’te otuz semya (aile) gelmişti. O otuz semyadan dört tene qari qalmişdi, gerisi hep qırıldi. Niya? Havasını qalduramadi. Bura çox savuğidi. Yolda o qaten ölmedi, nasil ki burada öldi. Havayı, acıyi qalduramadiler…”
Orta Asya çöllerine getirilen bu halk yıkılmadan ayakta durmayı başardı. Hayata tırnaklarıyla tutundu. Sürgün edilen Şaloşet köyünden erkek olarak bir tek Ziya dede ve iki tane yaralı asker vardı. Gerisi sadece çocuk, ihtiyar ve kadınlardı. Gençler savaştaydı.
Ziya dede otuz bir yıl kolhozda çalıştı. Emekli oldu. Üç oğul, iki kız çocuğun babası oldu. Torunlar, torunların çocukları:
“Aşındi üç oğlum var, iki de qızım var. Oğullarımın adları Yaşa, Paşa, ondan küçügi Zekeriya. Qızlarımın adı Ganime, bir küçügi Nacibe. Eşimin adı Gülbaton Hanımdı, altmişbir yaşında öldi. Otuz altı torunum var, alti tene torunnarın uşaği. Oldi kırx iki torunum var bu saatte. Gendim de doxsan iki yaşındayım.”
Bir yaşında yetim kalan Ziya dede, hayat arkadaşını, biricik eşini de kaybetmişti. Kendisi için ne kadar büyük acı ve kayıp olduğunu rahmetli eşiyle birlikte çekilmiş eski bir portreyi istediğimde anlamıştım.“Yox qızım, veremem. Qarıinen başxa kartıçka (fotoğraf) yoxdur bende.” dedi. Benim sadece fotoğrafının fotokopisini alıp aslını geri getireceğimi bir türlü anlatamıyordum kendisine. Sonunda Ziya dede dedi ki: “Yaxşı qızım, seni bilemem, ama bu kartıçkaya bişe olursa, Kazim (babam), senden hesap soracam!” Böylece babamın yardımıyla sağlam adımlar atıyordum. Bu fotoğrafı buraya alıyorum.
İbişov Ziya Abitoğlu eşi Gülbaton ile.
Kazakça, Rusça öğrendi, mecburen. Başka dilde konuşulmuyordu.
“Qızımcan biz ki buraya geldux, Urusça bilmiyerux. Onnar Qazaxça söyliyer biz gendi Türkçemizde qonuşıyerux. Qazaxçayi iki gün içinde ögrendux. O da bizim dildür, uzax degül.”
Yerli halkla iyi geçiniyorlardı. İlk başta Kazakların çok yardımları olmuştu. İhtiyarlarımız her defasında bunu söyleyip kendilerine teşekkürlerini bildiriyorlar.
“Qazaxlarinen çox eyidux. Hele de eledür. Aşındi, hangi qarilerinen ki işliyerdux burada, ceyil vaxdımızda, hepsi nene oldiler. Uzaxdan görende geliyer boynuma sarılıyerler ki biz senden bir kötilux görmedux, eşitmedux. Hele Qazaxlarinen birux. Çox eyux. Ne o beni incitmişdi ne de ben oni incitmişdim.”
Hiç kırmadı beni Ziya dede. Bütün sorularımı cevapladı. Baştan sona anlattı başından geçenleri. Onun için ne kadar zor olduğunun farkındaydım. Gizli gizli gözyaşlarını siliyordu. Elleri titremesin diye yumruklarını sıkıyordu. Ben ise bunları göre göre sorularıma devam ediyor, kendisine bu acıları tekrar yaşatıyordum. Bunun kolay olduğunu zannetmeyin; onunla beraber benim de yüreğim ağlıyordu. Bugün bunları, çocukları, torunları bilsinler diye yapıyordum.
İbişov Ziya Abitoğlu, oğlu Zekeriya, gelini Gözel, torunları Vasip, Kurban ve torunun oğlu Ramil 1,5 yaşında. May köyü. Kazakistan 2005.
Sohbetimiz yavaş yavaş sona eriyordu. Ziya dede, gözleri uzağa dalmış, yorgun ve suskun oturuyordu. Birden bana bir soru sordu. Ağlıyordu. Dedi ki:
“Sene bunnari kim dedi ki yaz? Niye? Benim içimde hele o yara var qızım. Çox küsmişim, çox. Borcom Boğozi bir yol idi, Türkiye keseydi bu yoli; milletimi ver, mali da, yeri de senin olsun diyeydi. Niya ele etmediler? Niya bizi yalağuz biraxdiler? Niya sahab olmadiler? Suleyman Demirel buraya geldi. Getmişdim Almatı’ya el verip selemleşmişdux. Dedi ki ne yüregimden çıxardurum ne de axlımdan! Ne axlına getürdi ne de yüregine. Hani niye götürmedi? Götürecem dedi. Ama ileriki Turgut Özal, o götürecaxdi. O camiya girdi namaz qıldi Almatı’da. O dedi ki ne tevür olsa da götürecem. Gel ki yetişemedi, götüremedi bizi topraxlarımıza…”
Ne cevap verebilirdim ki kendisine? Ne söylesem de acısını dindiremezdim. Bunların imkânsız olduğunu anlatamazdım kendisine.
“Qızımcan Kafkaz’i desem, oranın küli buranın altunundan bene eydür. Çox ey idi. Kafkaz çox eyidi. Ele etmekler bişüriyerdux ki kimse yetişemez ona. Oranın qarpuzi, qavuni tatli, pal kimiydi. Buranın ele degül. Ele yerinen, havaynen, ele hesret qalmişux.”
Bunları söylerken sözleri boğazında düğümlendi ve ağlamaya başladı.
Konuştuğum herkese aynı soruyu sorardım, “Vatana geri dönmek ister misiniz?” diye. Cevap sadece “Evet!” idi.
“Geri dönmek işterdim, hay hay! Hani? Allah’a kurban olem. Ele boş palatkanın altında tururum. Orada moroz (ayaz) yox. Meşeye kışın bir kömleginen gediyerdux. Burada şubam, kufaykam (kışlık montlar), sicax şarvalım var, gene de üşiyerim. Buranın havasiynen bizim yerin havasi yoh. Ora çox ey idi.”
Ve Ziya dede de kendi ana yurdunda ölmedi, mezarı doğduğu topraklarda kazınmadı. Tarih 9 Mayıs 2010. 97 yaşındaydı. Eski Sovyetlerin kutladıkları Zafer Bayramıydı. Ziya dede sabah erken kalkıp, giyinip kuşanıp, madalyalarını takarak kutlama için meydana gidecekti. Evin kapısının önünde öylece kalakaldı, bastonuna yaslanarak. Ve Ahıska’yı sadece hayal ederek…
Bana dediği son sözler bunlardı: “Türk’üx. Axıska Türküyüm. Ne qaten burada ey olsax, oranın topraği, buranın altunundan eydür. Doğduğum yer orasıdır.”
Elveda Ziya dede! Kabrin nur, mekânın Cennet olsun.
Fatima DEVRİŞEVA
Kaynak: www.ahiska.org.tr
* Bizim Ahıska, Sayı: 18 ve 19.
[1] Rusça: Seni kim gönderdi?
[2] Rusça: Hiçbir yere gidemezsiniz!