“Adım Heyrullah Suliyev. 1927 yılı anadan olmişim…” diye başlıyor.
Yazımın da böyle başlamasını istiyorum. Dedelerimiz konuşsun, biz dinleyelim.
Heyrullah dedemizi sizin için konuşturmak ve hayat hikâyesini dinlemek istiyordum.
Bunun için, 27 Mayıs 2005 tarihinde, Kazakistan Cumhuriyeti Enbekşi-Kazahskiy vilâyetinin Canaşar köyünde, Heyrullah Seyfioğlu’nun evine gitmiştim. Yıllar sonra çocuklarına, torunlarına dedelerinin dedelerini unutturmamak, yaşanmış canlı tarihi, gelecek nesillere aktarmak için gitmiştim.
“Adım Heyrullah Suliyev. 1927 yılı anadan olmişim. Buraya on sekiz yaşında geldim. Aspinza rayonunda yaşiyerdux. On sekiz yaşındayken bizi buraya sürdiler. Benim babamın adi Seyfi, anamın adi Şeyzer (Şahizer) idi. Dedem Sait, nenem Zöhre. Başxa da kimsem yoğidi. Babam 1943’de askere getdi. Bizi 1944 yılında sürdiler. Babam 1946’da askerden geldi, sora burada melim (muallim) oldi, burada öldi.” diye başlamıştı hikâyesine Heyrullah dede.
2005’te konuşmuştum kendisiyle. Aradan yıllar geçmiş ama sanki dünmüş gibi hatırlarım güler yüzlü ihtiyarımızı. Almatı ve Almatı vilâyetini geride bırakıp, daha uzaklara yönlendirmiştim kendimi. Bu sefer yol, Enbekşi-Kazak vilâyetine götürüyordu beni. O taraflarda yaşayan Heyrullah dedeyi Mehriban bibimden duyduğumdan beri kendisiyle mutlaka görüşmek, bir an evvel konuşmak istiyordum. Elime gelen hiçbir fırsatı kaçırmak istemiyordum. Günün birinde babamla bibimgillere gitmiştik. “Bibi, haydi beni Heyrullah dedegile götür.” demiştim. Kendimi evden dışarıya attığımda kendisi kapıda duruyordu. Benim geleceğimi duydu, benden erken davrandı. Elimde fotoğraf makinesi vardı: “Dedeciğim dur, kıpırdama, senin fotoğrafını çekeceğim!” deyip elime makineyi aldım. İşte o fotoğraf, bastonu elinde, dimdik duruşuyla Heyrullah dede.
Suliyev Heyrullah Saynavoğlu, Canaşar köyü, Kazakistan-2005.
İçeri girdik, salona geçtik. İlk önce kendisine yaşadıklarını anlatıp anlatmayacağını sordum. Bu soruyu herkese soruyordum. Çünkü anlatmak istemeyenler, kadere ve insanlara küsenler vardı. Onlar, acılarını yüreklerinde saklamak istiyorlar… Hakikaten ihtiyarlarımızın gözyaşlarına şahit olmak, çok ama çok zor. Onlar Ahıska’yı, sürgünü yüreklerine gömmüşlerdi…
Heyrullah dede öyle yapmadı. Sorularıma tek tek cevap verdi. Uzunca bir sohbete daldık. “Kafkaz’da mal baxiyerdux, baxcamız varidi. Taġa çıxiyerdux, yaylaya. Yazın yaylada oliyer, qışın köve geliyerdux. Gendimizin malımız varidi. Kolxoz yoğidi… Sora kolxoz oldi, toprağımızi aldi, malımızi öküzlerinen aldi. Ufax malımız bize qaldi… Orada yaşamamız çox eyidi qızımcan. Ama gel ki nesip olmadi, sürdiler bizi…”
Sürgün, o faciayı yaşayanların kanına işlemişti. Hangi soruyu sorsam konuyu çevirip sürgüne getiriyorlardı. Acı çekiyorlardı ama gene de sürgüne dönüyorlardı… Buna mani olamıyordum. Mümkün değildi. “Kafkaz’da tağa çıxiyerdux. On evin malıni biz götüriyerdux, inekleri. Benim nenem varidi, rahmete getdi; neneme yardım ediyerdim. Peynir, yaġ yapiyerdi. Bir inekten bir iki put peynir, bir buçux put yaġ oliyerdi, bir put kurut oliyerdi. Sürgünde bize çox az yiyacax veriyerdiler. Yanımıza alduğumuz o peynir, kurutinen canımıza baxduh…”
Dede, birden gözlerini benden kaçırdı. Eline damlayan gözyaşını gördüm… Dikkatini dağıtmak için eski fotoğrafları sordum. “Var qızımcan, birqaç tene eski kartoçkam var, gösterem sene…”
Kalktık ve evine doğru yavaşça yürüdük, sessizce… Bana verdiği ilk fotoğraf buydu.
Suliyev Heyrullah Saynavoğlu akrabalarıyla, Özbekistan-1964.
O günlerden kalan tek hatıra. Bu fotoğraf, Heyrulah dede için altın değerindeydi. Dikkatle elime aldım ve dakikalarca inceledim. Kendi kendini anlatan bir fotoğraftı bu. Onu da bana verdi.
Suliyev Heyrullah Saynavoğlu, bacısı Nari, eşi Seğmen’le, Kazakistan-1959.
Bacısını 16 sene aradıktan sonra Özbekistan’da bulmuştu. Bir cümleye sığan bu kelimeler ne kadar acı, ne kadar gözyaşı, ne kadar üzüntü, ne kadar ümitsizlik vermişti Heyrullah dedeye, tahmin edemeyiz… Anlatmasını rica etmiştim ama titrek elleriyle gözyaşlarını silerek yapamadı, o dikenli yollardan bir daha geçemedi, anlatamadı… Odaya çöken sessizlik dakikalarca sürdü. Zorlamanın bir anlamı yoktu. Yaşanan faciayı tekrar yaşatmak olurdu… Kıyamadım.
Heyrullah dedeyle sözü sohbeti sürgün faciasına getirdik!
“Eleyken sürdiler noyabrın on üçünde. Evden çıxartdiler bizi, Qoç ayiydi (Kasım). Bizi Axısxa’ya götürdiler, orada poezda soxdiler (trene bindirdiler). Poezda tovarnıydi(hayvan ve yük taşıyan tren) bizi hayvan vagonuna bizi yüklediler, tepdiler hepimizi, zanarsın mal… Şennik çıplax. Herkeş kirlendi, bitlendi. Ölenleri, xasdalari götüriyerdiler bir vagona, igne vurup hepepine öldürüp gedip biraxiyerdiler. Eleynen geldux dekabırin (Aralık) üçünde Alma-Ata’ya… Şennigimiz çox yitti, birbirini yitürdi… Ele olmişdi şennik, perişan…”
Dayanamıyorum, soruyorum: “Peki, sizi niçin Ahıska’dan sürgün etmişlerdi, biliyor musunuz?”
“Bizi ne maana etdiler balam. Yani ki Türkiye’ye oradan, Germaniya’dan, qavġa geliyer! Bunnar da Türkiye’ye çox yaxındur, bunnar Türk’e yardım eder. Onnar hemen bizi Gürcistan’dan temizlediler! O zamanda İstalin’inen Beriya, bunnar ikisi bizi ele etti…”
İşte zerre kadar siyaset bulunmayan bu ifadelerden Ahıska Türklerini kimlerin, niçin sürdüğünü kolayca anlıyoruz!
Dedeyi o uğursuz günlerin tesirinden uzaklaştırmak için başka soru soruyorum. Ahıska hayatını anlamasını istiyorum. Yüzünde açan güller etrafı aydınlatıyor…
“Kavkaz’da çox ey yaşiyerdux qızımcan. Kim bilürdi ki o günler bitecax… Malımız varidi, baxcamız... Her şeyi gendimiz yapiyerdux, magazin (bakkal) yoğidi. Etmegi furunda gendimiz yapıyerdux. Taxıli ekiyerdux gendimiz, biçiyerdux, xarman dögiyerdux öküzinen… Taxıli temüzliyerdiler, sora götürüp degirmende ügüdiyerdiler. Evde de xamur yoġurıyerdux, sora da furun yaxıp etmek bişüriyerdiler… Her şey gendindendi balam. Süt, yaġ, peynir, kurut, un. Baxcamızda alma, armut, çancur her meyvadan varidi. Onnarı saxlayıp qışın yıyerdux… Oninen geçiniyerdux balamcan. Lazut, taxıl yani her şey ekiliyerdi. Nesil ki aşındi burada, ele de orada ekiliyerdi, biçiliyerdi…”
Sabahleyin başlayan sohbetimizin sonuna geliyorduk. Dedein bütün anlattıklarını bir yazıda anlatmak mümkün değil. Koskoca bir ömür, kalın bir kitap, roman gibi… Birden Heyrullah dedeye “Türk müsünüz?” diye sordum. Hani Ahıskalıların pasaportlarında Azeri yazar, Gürcü soyadları olur ya, dedim.
Bu soru karşısında öfkelendi ve şunları söyledi: “Türk’üm tabii, ya ne? Ölsem de Türk’üm. Nereye getsem de Türk’üm. Ben nasil Qazax olem, Uygur olem? Misal içün qızımcan, buġdanın adi buġdadur, lazudun adi lazutdur! Lazutdan buġda olur mi? Olmaz. Ele de Türk’den Qazax olur mi? Olmaz. Türk’üm, Türk! Öleneçen Türk ölürüm!”
En son, Suliyev Heyrullah Seyfioğlu bana şunları söyledi: “Götür bunnari yaz balam. Diyenler de saġ olsun, yazannar da saġ olsun. Mislimanux biz de Elhamdülille. Yaşasın Türkiye, var olsun!”
Bu röportajı gerçekleşmesinde beni her zaman destekleyen, yardımını esirgemeyen babama ve çok sevdiğim Mehriban bibime teşekkürlerimi sunuyor ellerinden öpüyorum.
Kaynak: www.ahiska.org.tr
Yorumlar